Son yıllarda sıkça karşımıza çıkan “Aşırı Sağlaşma” kavramı, yalnızca bir ideolojik kayma değil, aynı zamanda küresel siyasal dengeleri etkileyen ciddi bir dönüşümün habercisi. Özellikle Almanya’da 2025 seçimleri bu dönüşümün somut bir yansıması oldu. Aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisi, tarihî bir çıkış yaparak ikinci büyük parti konumuna yükseldi ve seçim sonuçları hem ülke içinde hem de uluslararası arenada geniş yankı uyandırdı. Bu gelişmeler, dünya genelinde liberalleşme dalgasının yerini otoriterleşmeye mi bıraktığı sorusunu yeniden gündeme taşıdı. Trump’ın iktidara gelişiyle ivme kazanan bu tartışmalar, Avrupa'nın göbeğinde yeni bir dönemin kapılarını aralıyor. Bu yazıda, Almanya’da son aylarda yaşanan ve göçmen kökenli işçilerin işten çıkarılmasıyla dikkat çeken gelişmeler ışığında, aşırı sağlaşmanın toplumsal ve siyasal etkilerini ele alacağım
Almanya 2025 Seçimlerinde Ne Olmuştu?
23 Şubat 2025’te Almanya’da gerçekleşen federal seçimler, ülkenin siyasi ve ideolojik ekseninde yaşanan köklü dönüşümün açık bir göstergesi oldu. Seçimlerden beklenildiği üzere muhafazakâr CDU/CSU ittifakı birinci parti olarak çıktı. Ancak asıl dikkat çeken gelişme, aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisinin oy oranını ciddi ölçüde artırarak ikinci sıraya yükselmesiydi. Bu sonuç, yalnızca Almanya özelinde değil, tüm Avrupa çapında gözlemlenen siyasal kaymanın Almanya'ya da sıçradığını kanıtlar nitelikteydi.
AfD’nin yükselişi, sadece ideolojik bir kırılma değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal krizin tetiklediği bir toplumsal refleks olarak da okunmalı. Son yıllarda Almanya’da artan enflasyon, yükselen enerji fiyatları, zayıflayan iş güvencesi ve özellikle orta sınıfın yaşadığı ekonomik belirsizlik, seçmen davranışlarında radikal bir değişim yarattı. Geleneksel merkez sağ ve sol partilere güvenini yitiren seçmenlerin önemli bir kısmı, çözümü daha sert ve tepkisel politikalar vadeden aşırı sağda aramaya başladı.
Nedir Bu Aşırı Sağın Yükselişi?
Aşırı sağın yükselişinin “tepki siyaseti” üzerinden anlam bulduğunu ifade edebiliriz. Küreselleşme, göç hareketleri, çokkültürlülük ve Avrupa Birliği gibi konular, bu siyasi hattın temel hedefleri hâline gelmiş durumda. Seçmene sunulan şey; karmaşık dünyayı basitleştirme, suçluyu kolayca işaret etme ve geçmişin "güvenli" düzenine dönüş vaadi olarak karşımıza çıkıyor. Bu vaadin arkasında ise sıklıkla dışlayıcılık, kutuplaşma ve demokratik kurumlara duyulan güvensizlik yatıyor.
Dolayısıyla aşırı sağlaşma; sadece bir partinin yükselişi değil, toplumun temel değerlerinin, demokrasiye bakışının ve 'öteki' ile kurduğu ilişkinin yeniden şekillenmesi anlamına geliyor. Bu sürecin farkında olmak ve sorgulamak, sadece siyasi analiz yapmak değil; aynı zamanda demokratik bilinç adına bir sorumluluk olarak değerlendirilebilir.
Almanya özelinde bu kayma, son yıllarda toplumsal rahatsızlıkların siyasal alanda bir yankı bulmasıyla ivme kazandı. AfD'nin göçmen karşıtı söylemleri, milliyetçi politikaları ve Avrupa Birliği’ne yönelik eleştirileri, yalnızca uç noktalarda değil, artık daha geniş kitlelerde de karşılık buluyor. 2025 seçim sonuçları, Almanya gibi Avrupa'nın kalbinde yer alan bir ülkede bu tür söylemlerin merkez siyasete ne denli yaklaştığını ve normalleştiğini göstermesi açısından tarihî bir dönüm noktası olarak değerlendiriliyor.
Almanya’da Yaşanan İşçi Çıkarımları
2025 yılı itibarıyla Almanya, büyük ölçekli işten çıkarma dalgasıyla karşı karşıya kaldı. Otomotiv, finans ve lojistik gibi sektörlerde faaliyet gösteren birçok büyük şirket, ekonomik zorlukları gerekçe göstererek binlerce çalışanıyla yollarını ayırdı.
Örneğin, Volkswagen Grubu, 35 bin kişiyi işten çıkarma planını duyurdu. Benzer şekilde, Audi 7.500, Porsche 3.900, Bosch 3.800, Continental 3.000 ve Schaeffler 2.800 çalışanını işten çıkaracağını açıkladı. Finans sektöründe ise Deutsche Bank 2.000, Commerzbank 3.900 kişiyi işten çıkarma kararı aldı. Lojistik devi DHL ise 8.000 çalışanıyla yollarını ayırmayı planladığını bildirdi.
Volkswagen, Audi, Siemens ve Thyssenkrupp gibi dev firmaların binlerce çalışanla yollarını ayırması, ilk bakışta Avrupa genelindeki ekonomik yavaşlamanın doğal bir sonucu gibi değerlendirilse de sürecin arka planı kamuoyunda ciddi soru işaretlerine neden oldu.
Özellikle dikkat çeken nokta; işten çıkarılanlar arasında göçmen ya da etnik azınlıklara mensup işçilerin orantısız şekilde fazlalık göstermesi oldu. Sivil toplum kuruluşları ve sendikalar, bu durumun sadece ekonomik değil, aynı zamanda yapısal ayrımcılıkla da bağlantılı olabileceğini gündeme taşıdı.
Ekonomik Gerekçeden Etnik Ayrımcılığa mı?
Almanya gibi çokkültürlü yapısını anayasal güvence altına almış bir ülkede, iş güvencesinin etnik kökenle ilişkilendirilmesi, demokratik değerler açısından oldukça kırılgan bir tablo ortaya koyuyor. Bu sürecin siyasi atmosferle doğrudan ilişkili olduğu da göz ardı edilemez. AfD’nin yükselişiyle birlikte göçmen karşıtı söylemlerin meşrulaşması, yalnızca siyasi düzlemde değil, kurumsal yapılarda ve iş dünyasında da karşılık bulmaya başladı. Bu da mülteci ve azınlık kökenli bireylerin yalnızca politik hedef değil, aynı zamanda ekonomik yapının da “gözden çıkarılabilir” unsurları hâline geldiği yönündeki eleştirileri güçlendiriyor.
Hep beraber hem Türkiye hem de dünya atmosferiyle, tarihsel birçok dönüm noktasının merkezinde konumlanmış bulunmaktayız. Bu sürecin yıllar içerisindeki gelişimi, her geçen gün bir önceki söylediğimiz analizin tutunduğu dalları sarsıyor. Bu sebeple, özellikle Uluslararası ilişkiler arenasında bizi büyük bir bilinmezlik bekliyor gibi görünüyor.
Melis Özyurt
Kaynakça: