"Ne Sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu!" Bu slogan, 1980 sonrası Türkiye'sinde sıkça duyulan bir söz olarak, görünürde siyasetten uzaklaşmanın masum bir çıkışı gibi sunulmuş. Oysa bu masumiyet perdesinin ardında futbol, siyasetin en rafine alanlarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Futbol sahası , sadece Türkiye'de değil dünya genelinde de politik kimliklerin inşa edildiği, iktidar mücadelelerinin görünmez ama etkili bir biçimde yürütüldüğü bir zemindir. Bu yazımda, Mehmet Şenol'un Siyaset, Kulüp, Stadyum kitabının izinden giderek, futbolun birleştirici ve ayrıştırıcı potansiyelini, hegemonya ile direniş arasındaki salınımını ve politik bir aygıt olarak nasıl işlevselleştirildiğini ele alacağım .
Futbol Bir Sahadan Çok Daha Fazlasıdır
Futbolun sadece bir oyun olmadığı, onu anlamak için sahada oynanan 90 dakikanın ötesine bakmak gerekir. Mehmet Şenol'un ayrıntılı analizinde stadyumlar, şehir planlamalarından sosyolojik dönüşümlere, iktidar ilişkilerinden sınıf çatışmalarına kadar çok katmanlı bir mekânsal form olarak tanımlanır. Şenol'a göre stadyum, kentteki iktidar konfigürasyonunun görünür oldugu bir "politika zemini"dir; çünkü burada sadece futbol oynanmaz, ideoloji inşa edilir.
Bu noktada; İbrahim Hakkı Seydioğulları, futbolun, tıpkı medya ve müzik gibi, kitlelerin zihinsel formasyonunu şekillendiren bir hegemonya aracı olduğuna dikkat çeker. Ona göre futbol, popüler kültürün bir parçası olarak artık kapitalist sistemin ideolojik bir uzantısıdır. Kısacası, hem tüketim nesnesidir hem de tahakküm aracı.
Futbolun siyasetle olan ilişkisini anlamak için Antonio Gramsci'nin "hegemonya" kavramı üzerinden yürümek gerekir. Futbol sahası, egemen ideolojinin yeniden üretildiği, aynı zamanda ona direniş çekirdeklerinin de yeşerdiği bir alandır. Örneğin, FC Barcelona'nın Franco dönemindeki konumu, "devletsiz bir milletin silahsız ordusu" şeklinde tanımlanmıştır. Seydioğulları da bu vakayı, hegemonya içinde gelişen alternatif kimliğin bir direniş modeli olarak değerlendirir.
Ancak bu direniş potansiyeli, futbolun endüstrileşmesiyle zayıflatılmıştır. Şenol'un kitabında da vurgulandığı gibi, kulüplerin stadyumlarını kaybetmeleri, sivil alanların yok olmasına neden olmuş, taraftar kimliği ise yerini "tüketiciye" bırakmıştır. Yani, futbol sahasındaki direniş, artık sermayeye endeksli bir "pazarlama stratejisi"ne indirgenmiştir.
Türkiye Örneği: Otorite, Tribün, Kutuplaşma
Özgür Karataş , futbolun Türkiye'deki politik örgüsüne dair tarihsel bir anlatı sunar. İttihat ve Terakki'nin Altınordu Spor Kulübü'nü, Cumhuriyet Halk Partisi'nin ise spor genel müdürlüğü üzerinden futbolu toplumu şekillendirme aracı olarak kullanması, futbolla siyasetin ne kadar iç içe olduğunun somut kanıtlarıdır.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ise, apolitikleştirilen toplumun dikkatini futbolla meşgul etme politikaları, "sirk ve ekmek" metaforu ile açıklanabilir. Aynı zamanda belediye başkanlarının kulüp yöneticiliği yapması, yerel siyasetin stadyumlar üzerinden yürütülür hale gelmesini sağlamıştır.
Mehmet Şenol, bu sürecin "sembolik alanların gaspı" olarak değerlendirilebileceğini savunur. Tribünler, bir zamanlar halkın duygusal tepkilerinin taşıyıcısı iken; günümüzde birer "sponsorlu gösteri alanı"na dönüşmüştür.
Futbolun birleştirici gücü şüphesizdir: 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda Almanya'yı yenince birlikte sevinen milyonlar, Galatasaray'ın UEFA zaferinde sokağa dökülen insanlar bunun kanıtıdır. Ancak bu birliktelik, ne yazık ki "milli" çerçeveye sıkışmakta; kulüp bazında ise daha çok kutuplaşmanın alanına dönüşmektedir.
Taraftarlık, sınıfsal ya da politik sadakatle örtüşebilmekte; bazen bir futbol kulübü, iktidar karşıtı veya yanlısının "sembolü" olabilmektedir. Şenol'un betimlemesiyle bu durum, futbolun "toplumsal sinir uçlarına dokunabildiği" bir format kazanmasıdır.
Sonuç olarak, Futbol, ne "saf" bir oyun ne de tarafsız bir alan. Tribünler sloganların, koreografilerin ve protestoların mecrası; stadyumlar ise siyasetin estetize edilmiş söyleminin sahnesidir. Mehmet Şenol'un çok katmanlı anlatısı, Seydioğulları ve Karataş'ın analitik metinleriyle birlikte okunduğunda, futbolun sadece spor olarak değil, bir toplumsal analiz aralığı olarak kavranması gerektiği açıktır.
Artık sormamız gereken soru şu olabilir: Tribünlerdeki tezahüratlar kimin sesi? Taraftar gerçekten "bağımsız mı", yoksa tüketici kimliğine sıkışıp iktidar mekanizmasının bir parçası haline mi geldi? Futbolun siyasallaşması, bu soruların yanıtları etrafında derinleşiyor.
Kaynakça:
• Siyaset, Kulüp, Stadyum, Mehmet Şenol
• Popüler Kültür Bağlamında Futbol ve Siyaset İlişkisi, İbrahim Hakkı Seydioğulları
• Türkiye’de Futbol ve Siyaset İlişkisi, Özgür Karataş
Melis Özyurt