The Lost Daughter filminde, ana akım filmlerde rastlamaya alışkın olmadığımız bir anne karakteri ile karşı karşıyayız. Başroldeki anne; kutsal, mükemmel, günümüz dünyasında kendi kimliğini sadece çocuğu üzerinden tanımlayan ve insan üstü gözüken bir anne değil. Tam tersi, son derece gerçekçi bakış açısıyla annelik misyonunu sorgulayan bir karakter.
Leda’nın 20 yıl öncesine dönmesiyle birlikte; travmalarının, bastırılmış arzularının, hayallerinin, anneliğin bedelinin, yorgunluğunun, kimlik çatışmasının, kariyerinde maruz kaldığı baskıların ve hayal kırıklıklarının ortasında kala kalıyoruz.
Son derece melankolik olan filmde, zengin alt metinler ve hatıralar üzerinden sadece anneye odaklanıyoruz. Yönetmenin bu tercihi de filmi son derece başarılı yapıyor. Bilinçli bir tercihle, babanın veya Leda’nın annesinin çocukları üzerindeki etkilerini ve diğer yan rollerinin hayatlarının ayrıntılarını öğrenmiyoruz. Filmdeki tek rol sadece ‘’ Anne ‘’. Filmi etkileyici hale getiren diğer bir unsur ise, Olivia Colman’ın müthiş performansı. Duyguları ve olayları direkt olarak cümleler üzerinden vermek yerine, sadece mimikler ve ifadeler üzerinden seyircilere çok şey yansıtıyor. Bu şekilde gerginliğini ve yoğunluğunu sanki filmin içindeymişiz gibi hissedebiliyoruz. Kendi seçimlerini yapan Leda, bu uğurda bir hayat yaşamayı tercih etmiş olmasına rağmen sizce pişman mıdır? Veya kızlarıyla ilişkisinde aslında kalbi kırık olan taraf mıdır? Sizce anne olmakla birlikte kadınların kariyerlerine, kimliklerine veda etmeleri gerekli midir? Annelik gerçekten kutsal bir misyon mudur? Filmi eğer vizyonda yakalarsanız sinemada izlemenizi, deneyiminizi zenginleştirmesi açısından şiddetle tavsiye ederim. Fikirlerinizi merak ediyorum.
Işık Bağışlayıcı